Bu vesileyle bir araya geldiğimiz Uzun, “Yaşadıklarımı iyisiyle, kötüsüyle kabullendim. Bunun adı cesaretse, evet cesur bir kadınım” diyor.
Akşam'dan Aysun Yıldız'ın röportajı...
Öncelikle kitapla ilgili size gelen ilk tepkileri sormak istiyorum.
Kitabın yayına hazırlanışı ve raflara çıkışı arasında hem yayınevinden hem de çevremden birçok kişi kitabı okudu. Çok ilginç bir şekilde herkesin ilk tepkisi beni gördüğü an “Sana sarılabilir miyim?” oldu. İzmir Kitap Fuarı’nda da aynı tepkilerle karşılaştım ve sosyal medyadan da gelen ilk tepkiler bu yönde. Hayat etki-tepki üzerine kurulu olduğundan, sarılma tepkisini tetikleyecek bir etkinin sadece içtenlik olduğu kanaatindeyim ve bu kitabı yazmış olmanın belki de hayatımda aldığım en doğru kararlardan biri olduğunu düşünüyorum. Aynı şeyleri yaşasak da, yaşamasak da insanlara dokunabilmenin bu denli bir haz olduğunu tahmin edemezdim. Hatta yayınevindeki arkadaşlar kitaba imza günü yerine Özge’ye Sarılma Günü mü yapsak diye fikirler ürettiler, neden olmasın?
Kitabı yazmış olmanın hayatınızdaki en doğru kararlardan biri olduğunu söylediniz. Kitabınızda çevrendekilere çocuğunla ilgili bir şeyler anlattığında bunları serzeniş olarak algıladıklarını, zamanla yalnızlaştığını ya da çocuğun hakkında konuşmadığını belirtmişsiniz. Bu kitap, “Bakın, aslında öyle değil, böyle”yi mi anlatıyor, bir kendini ifade etme çabası mı?
Bu konuyla ilgili daha önce de çok şey yazıldı, çok şey söylendi. Çoğu kalbimi acıttı. İnsan bir bilinmezlikle mücadele ederken ve travma yaşadığının bile farkında değilken ait olduğunu düşündüğü çevresinden bu şekilde tepkilerle karşılaşınca ister istemez yalnızlaşıyor. Bu kitabı yazarken kesinlikle, “Bakın, aslında öyle değil, böyle,” üzerinden gitmedim, çünkü öyle bir kaygım yok. Herkes kendi hayatını yaşıyor; kendi doğrularıyla, kendi yanlışlarıyla inşa ediyor ömrünü. Herkesin ve her şeyin istediğimiz gibi şekillenmesine imkân yok. Kendini ifade etme çabası da değil, ben yanlış bir şey yapmadım ki kendimi aklıma, ifade etme çabam olsun. Benim bir çocuğum oldu –tıbben teşhis konulamayan bir sendroma sahip bir çocuğum. Ne yapacağımızı, nasıl bir yol çizeceğimizi, ne gibi bir tedavi uygulayacağımızı bırakın biz, doktorlar bile bilmiyordu. Kitabı yazmış olmanın hayatımdaki en doğru kararlardan biri oluşu ise bugüne kadar kendime bile söyleyemediğim birçok şeyin bu kitapla satırlara aktarılmasıydı. Baştan kendimi ifade etme çabasıyla yazmış olsam, bu, hesaplı bir niyet olurdu ve bu kadar samimi olamazdım. Kitapta, “Belki benim güneşim de bu kitap olur,” demiştim. Aslında güneş kitabı daha yazarken doğmaya başlamış içimde.
DAĞHAN’LA YAŞADIKLARIM APAYRI
Modern tıbbın bile adını koyamadığı bir sendroma sahip Dağhan. Ve ardından mucizem dediğiniz Siva. Çoğu kadın zor bir hamilelik ya da doğum geçirdikten sonra bile yaşadığı travma yüzünden ikinci çocuğa cesaret edemezken siz bu kararı nasıl verdiniz?
Bir yanda Dağhan’ın rehabilitasyonu, ameliyatları, eğitimleriyle, diğer yanda iş hayatımla yoğun bir dönem geçirirken Siva’ya hamile kadım. Öyle planlı, programlı bir hamilelik değildi. Zaten nasıl olabilirdi ki? Siva; başka, gayrı, özge demek. Anne karnına ilk düştüğü andan itibaren adının hakkını verdi Siva. Elbette endişelerim, korkularım vardı. Ancak Siva henüz karnımdayken bu korkulara bir son vermek istemiş olsa gerek, ultrasonda bana zafer işareti yaptı. Dağhan’la yaşadıklarım apayrı, ama Siva bana hayatın sınırlarının, köşelerinin olmadığını gösterdi. Onun sayesinde hem Dağhan’a hem de ona daha özgür, daha mutlu, daha duygulu, daha anne bir kadın olmayı başardım.
Küçük yaşlardan beri çalışarak hayatını sırtlayan ve çoğumuzdan çok daha farklı, çok daha travmatik şeyler yaşayan bir kadınsınız ve güçlü olmaktan öte, cesur bir kadınsınız. Bu cesaret nereden geliyor?
Yaşadıklarımızın yönünü biz belirliyoruz ama o yönün bizi hangi güzel manzaraya ya da hangi çıkmaz sokağa götüreceğini bilemiyoruz. Bu, aslında kadın olmakla alakalı bir durum da değil, insan olmakla ilgili bir durum. Kimse seçimlerinin kendisini nereye götüreceğini bilemiyor. Ben de insan olarak kendimi birine, bir kuruma, bir işe, bir erkeğe dayayıp ben olmaya çalışmadım. Önce kendim oldum ve yaşadıklarımı iyisiyle, kötüsüyle kabullendim. Elbette dibe vurduğum, kendimi ve hayatı sorguladığım durumlar yaşadım ama işte onun adı cesaret mi, güç mü, içgüdü mü bilmiyorum, bir şekilde bir yön belirledim. Birilerine dayanarak yön belirlediğinizde ve bir gün yolunuza tek başınıza devam etmeniz gerektiğinde dayandığınız kişiyi suçlamaktan yolunuza devam edemezsiniz. Yine biri gelsin, beni kaldırsın dersiniz. Ben en baştan beri kendim yürüdüm. Düşünce de kendim kalktım, devam ettim. Şu an bu noktadayım, yarın ne olacağımız belli değil. Bunun adı cesaretse, evet cesur bir kadınım.
İKİ BAMBAŞKA ÇOCUĞA ANNE OLDUM
Anneler Günü yaklaşmışken, annelik üzerine de konuşalım istiyorum...
Anne olunca anladım derler ya, ben iki kere anne oldum, iki bambaşka çocuğa anne oldum. Dağhan, oğlum, bana sevgisini halen gösteremiyorken, dile getiremiyorken tek taraflı bir annelik gibi onunla yaşadıklarım. Siyah ve beyaz gibi, ya da sadece mavi… Siva ise hem hareketleriyle, hem tavırlarıyla hem de sözleriyle anne-çocuk sevgisini yaşıyor, yaşatıyor. Hamile kaldığınız anda hormonlarınız sizi anneliğe hazırlıyor. Dağhan’a hamile kaldığımda anne olmuştum zaten. Ama “anneler neler yaşar”ın farklı bir boyutuydu yaşadıklarım. Hiçbir anne çocukları için yaptıklarını teşekkür bekleyerek yapmaz, annelik içgüdüsüdür yapılanlar. Aynen o içgüdüyle ne gerekiyorsa sonuna kadar yapıyorum ve yapmaya da devam edeceğim Dağhan için. Siva ise benim pembem, kırmızım, morum, yeşilim, gökkuşağım… Çoğu zaman insanlar iki bambaşka çocuğa sahip olduğum için anneliği farklı yaşayıp yaşamadığımı soruyorlar. O zaman ben de şu cevabı veriyorum: “Bir ressam, hayatı renklendirirken paletindeki renkler arasında ayrım yapar mı?”
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. Burada yapılan yorumlar, yorum yapan kişilerin kendi görüşleridir. Sitemiz yapılan yorumlardan sorumlu tutulamaz.